Demokratik bir Türkiye için grev, grev, grev!
Türkiye’de emekçilerin yaşadıkları hak kayıpları ve sorunlarının önündeki engelleri kaldırmak için “Yasaksız grev, barajsız sendika, güvenceli iş” talepleri önemlidir.

Fotoğraf: Hasret Gültekin Kozan/ Evrensel
Ömer Furkan Özdemir
omerfurkanozdemir@gmail.com
On günü aşkın süredir üniversite öğrencilerinin kitlesel olarak başlattığı, öncülük ettiği ve halk iradesinin gasbedilmesine karşı demokrasi ve özgürlük talepleriyle kuşatılmış eylemler tek adam yönetiminin baskıcı politikalarına ve hukukun rafa kaldırılmasına karşı Türkiye’nin dört bir yanına yayıldı. Bu yazıda asıl olarak üniversite öğrencilerinin düzenledikleri forum ve toplantılarda bütün Türkiye’ye örnek olarak demokratik süreçlerle aldıkları ders boykotu kararı ve eylemleri sonrasında Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikasının (Eğitim Sen) aldığı bir günlük iş bırakma kararı sonrasında başlatılan soruşturmayla iş bırakma eyleminin, yani grevin kriminalize edilmesinin AKP iktidarı tarafından Türkiye’de sendika hakkı ve grev hakkı üzerindeki yasakçı tutumunun özel olarak tartışılması konusunda birkaç söz söylenmeye çalışılacaktır.
Bu iş bırakma kararıyla destek verilen ve haklı olarak talep edilen özgür-özerk üniversite mücadelesi bu yazının sınırlarını aşan meşruluğuyla tartışmaya yer bırakmayacak bir taleptir ve günlerdir pek çok değerli isim tarafından da güncel öneminin vurgulandığı yazılar yazılmaktadır; ve bu talep etrafındaki mücadele, üniversite öğrencisinin, üniversitelerde görev yapanların ve toplumun hem gözleri önünde cereyan etmekte hem de onların öznesi olduğu bir mücadeleyi yükseltmektedir.
Bu yazıyı yazan kişinin de onurla sahiplendiği sendikası Eğitim Sen, bilindiği gibi 25 Mart günü öğrencilerin ders boykotu ve eylemlerine destek vermek ve üniversitelerde sağlıklı ve güvenli bir eğitim ortamının tesis edilmesi, üniversitelerin doğası gereği özerk-demokratik statüye kavuşturulması ve barışçıl eylemlerin de bunun gereği olduğunu belirterek üniversitelerde görev yapan öğretim elemanı üyelerini kapsayan bir günlük iş bırakma kararı almıştı. Henüz iş bırakma eyleminin hayata geçtiği gün İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı yayımladığı hukuk garabeti açıklamasıyla Eğitim Sen merkez yöneticileri ve sosyal medya hesabı kullanıcıları hakkında soruşturma başlattı. Ertesi gün savcılığa ifadeye giden Eğitim Sen merkez yöneticilerine iki hafta ev hapsi ve sonrasından adli kontrol kararı verildi. Burada sorulması gereken ilk soru savcılığın açıklamasında yer alan absürt ifadelerden “toplumsal olayları kışkırtmaya yönelik, kanuni grev şartları gerçekleşmeksizin”, “suç işlemeye alenen tahrik” ifadelerinin hangi hukuki dayanaklarla söz konusu hukuksuz soruşturmaya esas alındığıdır.
Öte yandan bu ifadeler bir grev hakkında soruşturmaya esas alınabiliyorsa bu yolla Türkiye’de gerçekleşmiş ve gerçekleşecek her türlü grev hiçbir hukuki dayanak olmaksızın suç konusu haline getirebilir. Eğitim ve bilim emekçilerinin bir günlüğüne ders yapmaması, yani çalışmaması, yani hizmet üretiminden gelen güçlerini kullanarak iş bırakması emekçilerin tarihsel bir hakkı olan grev hakkının kullanımından ibarettir. Eğitim Sen üyelerini, hizmet üretmeme haklarını kullanarak salt ekonomik bir konuda olmayan ve salt siyasi de olmayan bir konuda barışçıl toplu eylem hakkını kullanmaya çağırmıştır ve eylemin bu kanuni dayanağı pek çok benzer eyleme dair daha önce AİHM ve AYM’nin verdiği kararlarla uyumludur.
Eğitim Sen merkez yöneticileri hakkında başlatılan ve hiçbir hukuki dayanağı olmadığı açık seçik olan bu soruşturmanın Eğitim Sen’i ve üyelerini sindirmekten öte bir anlamı olduğu açıktır. Bu soruşturma ve Eğitim Sen merkez yöneticilerine verilen ev hapsi “cezası” ile hedeflenen en hafif şey Eğitim Sen’in susturulmasıdır. Buradan sırasıyla başta diğer eğitim öğretim ve bilim hizmet kolu sendikaları olmak üzere tüm sendikalara gözdağı verilmesi amaçlanmaktadır. İlk olarak, üniversite öğrencilerinin ders boykotları devam ederken bir yandan öğrencilerin bu haklı eylemine destek vermek diğer yandan öğrencilerin bu boykot eyleminin en önemli gerekçelerinden olan özerk-demokratik üniversite talebine, söz konusu üniversitelerde çalışan eğitim ve bilim emekçilerinin de gerek çalışma yaşamı gerekse de üniversitenin doğası gereği sahip çıkmalarının göstergesi olan Eğitim Sen’in iş bırakma eyleminin suç gibi gösterilmeye çalışmasıyla Eğitim Sen üyesi olmayan, diğer sendikalara üye eğitim ve bilim emekçileri tarafından da hayata geçirilmesinin önüne geçmek istenmektedir.
İkinci olarak üniversite öğrencileri tarafından da dillendirilen ve demokrasi talebi için hayata geçirilmesi beklenen, günlerdir sokaklarda ve sosyal medyada yaygınlaşan “Genel grev, genel direniş” çağrısının hayat bulmasının önüne geçmek için işçi sendikaları ve diğer kamu çalışanları sendikalarına gözdağı verilmesinin amaçlanmasıdır. Bir parantezle söz konusu hukuksuz karar sonrası Öğretmen Sendikası ve Eğitim İş gibi sendikaların Eğitim Sen’e dayanışma ziyaretinde bulunarak destek açıklamaları yapmasının bu ziyaret ve açıklamaların boyut ve kapsamının çok ötesinde bir anlam taşıdığını belirtmek gerekir. Hedef gösterilmeye çalışılan bir sendikaya destek ve dayanışma, bir yandan korku ikliminin kırılmasına bir yandan da iş yerlerinden başlamak üzere toplumsal meşruiyetini ispat etmiş bir eylemin, sendikayı sendika yapan ana faaliyet olan grevin kriminalize edilmesine karşı dayanışmanın, birleşik mücadelenin ve bir hedef talep olarak öne çıkan genel grev mücadelesinin savunulması açısından son derece önemlidir.
Çünkü Türkiye’de sendika ve grev hakkı egemenlerin korkulu rüyasıdır. Bu apaçık ortadadır çünkü Türkiye’de sadece işverenlerin değil siyasal iktidarların da bir hak olarak grev hakkının kullanımı konusundaki sicilleri ortadadır. AKP iktidarının bu konudaki kötü sicili bütün bir Cumhuriyet tarihi hükümetlerinin toplamıyla yarışacak kadar açık ara öndedir. Emekçilerin meydanları inleten ve kazanımların elde edilmesinin yegane sebebini belirten sloganında ifadesini bulduğu üzere “Hak verilmez alınır”. Zafer, eylemle kazanılır. Emekçilerin en büyük ve en güçlü eylemi ise kuşkusuz grevdir, yani emekçinin emeğini geri çekmesi, üretmemesi; dolayısıyla üretimden gelen bu gücünü kullanmasıdır. Klasik söylemle “emekçilerin hayatı durdurması”dır. Grev, sadece çalışma yaşamını değil bütün bir toplumsal yaşamı ilgilendirir. Çalışanların ekonomik ve sosyal konularda olduğu kadar siyasi konularda da söz söyleme ve eylem hakkının sembolüdür grev.
Bu yönleri, Türkiye’nin de üyesi olduğu ve sözleşmelerine taraf olduğu Uluslararası Çalışma Örgütü’nün sözleşmeleri ve denetim organları kararlarıyla, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Anayasa Mahkemesi kararlarıyla güvence altına alınmıştır. Bugün emekçilerin evrensel bir hakkı olan grev, kapitalizmin ve sanayi devriminin ilk yıllarından itibaren zorlu mücadelelerle elde edilmiş emekçilerin en doğal ve en insani hakkıdır.
Türkiye’de de emekçilerin uzun yıllara yayılan mücadeleleriyle elde edilen ve siyasal iktidarlar tarafından “makul” ve “makbul” görülen çerçevelerle sınırlandırılmaya çalışılan bu hakkın kullanımı özellikle AKP döneminde neredeyse imkansız hale getirilmiştir. Türkiye’de işçi-kamu emekçisi (memur) fark etmeksizin genel olarak emekçilerin kolektif hakları yasakçı bir tutumla ağır baskı altındadır.
Kuşkusuz bu yasaklar veya fiili yasakçı tutum ve pratikler kamu emekçilerin ve işçileri ve onların sendikalarını farklı şekillerde çembere almaktadır. Şöyle ki yasalarda kamu emekçileri ve işçiler açısından ayrı ayrı düzenlenmiş olan Türkiye’de çalışanların sendika hakkı ve aslında bu hakkın ayrılmaz bir parçası olan grev hakkı, yani emekçilerin hak mücadelesi konusundaki yegane mücadele yöntemi, tarihsel olarak ve günümüz açısından hem mevzuat hem de hükümetlerin politikalarıyla ayrı gibi görünen ancak tek bir hedefe, genel olarak çalışanların hakları için üretimden gelen güçlerini kullandırtmamaya hizmet eden farklı yasaklamalara tabi kılınmaktadır. Kamu emekçilerinin, emekçilerin tarihsel mücadelesinden ve çalışanların kolektif hakları konusunda Türkiye’deki gibi bir ayrımı kabul etmeyen uluslararası sözleşmelerden aldığı meşrulukla yürüttükleri mücadelelerin bir sonucu olarak gerek Anayasal düzenlemeler gerekse de kanun düzenlemesiyle elde ettikleri sendika hakkının grevli-toplu sözleşmeli, gerçek ve tam bir hak olarak kabul edilmesi mücadelesi, grev hakkının fiili kullanımıyla hayata geçmektedir. Türkiye’de devletin halen Anayasada ve 4688’de, Anayasanın 90. Maddesi gereğince Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler ve bu sözleşmelerin hayata geçirilmesini denetleyen ILO Sendika Özgürlüğü Komitesi gibi organların kararlarıyla uyumlu olarak gerekli düzenlemeleri yapmamasına rağmen yıllar içerisinde fiilen grev hakkını kullanan kamu görevlileri sendikaları ve üyelerine daha önce verilen “cezalar” Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin ve Anayasa Mahkemesi’nin kararlarıyla iptal edilmiş ve soruşturma ve cezaların örgütlenme özgürlüğü ve ifade özgürlüğünün ihlali olduğuna karar verilmiştir. Fiili, meşru mücadelenin kazanımı olan bu kararlarla evrensel bir hakkın kullanımı Türkiye’de de kazanılmış bir hak olarak kamu emekçilerinin mücadeleleriyle elde edilmesine ve yasallığı ve meşruluğu da tartışmaya yer bırakmayacak şekilde kabul edilmesine rağmen başta kamu görevlilerinin toplu sözleşme süreci olmak üzere grev hakkına ve bu hakkın kullanımına Anayasa’da ve 4688 sayılı kanun ve diğer kanunlarda açıkça yer verilerek düzenlenmesi gereği yerine getirilmemektedir. Elbette buraya kadar ifade edilmeye çalışıldığı üzere bu düzenlemelerin yapılmamış olması Anayasanın 90. Maddesi ve geçmişteki Danıştay, Yargıtay, AYM ile AİHM kararları dolayısıyla bu hakkın kullanımı önünde engel değildir. Zira kamu emekçilerinin grev hakkının “kanuniliği” dayanağını buralardan almaktadır. Her ne kadar 4688 sayılı kanun, 43. maddesiyle “Bu Kanunda hüküm bulunmayan hallerde” işçi sendikalarını kapsayan (önceki haliyle 2821 sayılı kanunu, yürürlükten kalkmasıyla ve aslında hakkın kullanımında esaslı bir değişiklik içermeyen) 6356 sayılı kanun hükümlerini işaret etse de işçilerin grev hakkının kullanımını da dar bir çerçeveye sıkıştırmasıyla kendisi de aynı şekilde Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerle kabul edilmiş grev hakkının kullanımını kısıtlayan 6356 sayılı kanun da grev hakkının meşruluğunu ve “kanuniliğini” sınırlandıramaz. Nitekim işçilerin de 6356’da düzenlenmiş grev hakkının ötesinde gerçekleştirdikleri fiili iş bırakma eylemleriyle ilgili de barışçıl eylem hakkını esas alan Yargıtay kararları mevcuttur.
Cumhurbaşkanı, istediği herhangi bir grevi, milli güvenliği veya genel sağlığı tehdit edici nitelikte diyerek erteleyebilmekte yani yasaklayabilmektedir. Bir meyve suyu fabrikasında veya tuvalet kağıdı üreten bir işletmede ya da ayakkabı üreten bir fabrikada çalışmanız fark etmiyor. Bunların her birisi milli güvenliğe tehdit olarak addedilebilir ve greviniz “yasaklanabilir”. Bu yasaklara karşı işçilerin de filli ve meşru bir mücadeleyle grev hakkına sahip çıkmasının yakın zamandaki en önemli örneğini Birleşik Metal-İş Sendikası göstermiştir.
Metal iş kolunda greve çıkan sendikanın grevleri Cumhurbaşkanı kararıyla yasaklanmış ancak Birleşik Metal İş sendikası yasağı tanımayarak ve daha önceki (Bekaert gibi) deneyimlerinden, örgütlülüğünden ve Anasaya Mahkemesi’nin de daha önceki erteleme/yasaklama kararlarına dair ve hak ihlali kararlarından da aldığı güçle fiili ve meşru olarak grevlerini devam ettirmişti. Grev hakkının önündeki sınırlamalara, engellere ve yasaklara karşı işçilerin mücadele deneyimi bununla da sınırlı değildir elbette. Sadece işverene karşı değil hükümete ve hatta kendi sendikalarına karşı da (2015 metal işçileri eylemleri) fiili iş bırakma eylemleri gerçekleştirmiştir işçiler. Tüm bunlar emekçilerin tarihsel ve sınıfsal mücadele birikimleridir ve meşrulukları kabul edilmiştir. Oysa yukarıda günümüz Türkiyesi için genel bir tablosu çizilmeye çalışılan ve meşruluğunu genel olarak emekçilerin 200 yılı aşkın süregelen hak mücadelelerinden, “kanuni”liğini ise çalışma yaşamının bugün için “barışçıl” standartlarını belirleyen ILO sözleşmeleri başta olmak üzere uluslararası sözleşmelerden alan grev hakkı fiili meşru bir araç olarak kazanılmış bir hak olmasına rağmen kullanımı Türkiye’de iktidarlar ve asıl olarak AKP iktidarı tarafından fiilen yasaklanmakta veya kriminalize edilmeye çalışılmaktadır. Son yaşanılan, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının Eğitim Sen’e açtığı hukuksuz soruşturma da Milli Eğitim Bakanı’nın eğitim emekçilerini tehdit etmesi de Cumhurbaşkanı’nın grev yasaklama kararları da bütün bunları çevreleyen ve bütün bunların da çevrelediği mevcut yasal düzenlemeler de birbirinden bağımsız değildir. Bir birey olarak tek başına hakları konusunda zayıf konumda olan emekçinin, emekçiler haline gelerek haklarını ve geleceğini kolektif olarak savunmasından korkanların yasaklama girişimleridir.
Burada yerinde bir parantez açmak da gerekmektedir. Sendikal engellere karşı birkaç ay önce Emek Partisi bir kampanya başlatmıştı. Elbette tarihsel ve evrensel bir hak mücadelesini bir kampanya olarak adlandırmak da yanlış olacaktır. Bu, dünün, bugünün ve yarının hak mücadelesinde Türkiye için sembolleşmesi gereken üç temel talebi merkeze alarak talepleri net ifade eden bir çağrıdır aslında. Bugün Türkiye’de sendika hakkı baraj uygulamasıyla, grev hakkı yasaklarla, bu hakları kullanmak isteyenler iş güvencesizliğiyle, işini kaybetme korkusuyla çerçevelenmiş bir yasaklar aygıtıyla karşı karşıyadır. Türkiye’de emekçilerin yaşadıkları hak kayıpları ve sorunları bunlarla sınırlı değildir ama bu sorunları aşmak ve hak mücadelesini büyütebilmek için en önemli mücadele araç ve yönetiminin önündeki engelleri kaldırmak için önemlidir bu üç talep: “Yasaksız grev, barajsız sendika, güvenceli iş.”
On günden fazladır sokakları meydanları dolduran gençlerin, emekçilerin, halkın, nefes alma mücadelesine, tek adam yönetiminin bütün bir ülkeyi açık cezaevine dönüştürmesine karşı çıkmaya, hukukun rafa kaldırıldığı ve siyasal iktidar tarafından her türlü hukuksuzluğun dayatılarak halk iradesinin, seçme ve seçilme hakkının fiilen ortadan kaldırılmasına karşı emekçiler olarak önümüzdeki ilk seçenek, en önemli ve en güçlü mücadele aracımız olan sendika hakkımıza ve bu aracın ayrılmaz bir parçası olan grev hakkımıza sahip çıkarak bunu hayata geçirebilmektir.
Fiili meşru mücadelemizle bu hakkı kısıtlayan, engelleyen, yasaklayan ve kriminalize etmeye çalışan iktidara karşı “Yasaksız grev” talebini merkeze alan bir örgütlenmeyle, önümüzde, arkamızda, yanı başımızda bizim gibi köleleştirilmeye çalışan her bir emekçi arkadaşımızla mücadelemizi örgütlemek... Mücadeleci sendikaların diğer sendikaları da mücadeleci bir konuma, mücadeleci emekçilerin diğer emekçileri mücadeleye çekebilmesi, yani örgütlülüğümüzü genişletmek ve güçlendirmek; “Birleşe birleşe kazanacağız” sloganımızı hayata geçirmenin “Birleşirsek kazanırız”ı ispat edebilmemizin ilk koşuludur. Bu sağlandığında “Genel grev, genel direniş” hayata geçer. Aksi durumda altı boş bir “karar” beklentisinden öteye geçmez maalesef.
Çünkü yurttaşlarının yerli ve yabancı patronlar için açlık sınırında ücretli köle haline getirildiği, geleceğe dair umudunu ve hayallerini yitiren genç nüfusa itaatkar ucuz iş gücü olmayı dayatıp “Çalış, aldığın ücrete şükret” denilerek dinci tahakküm altına alınmaya çalışıldığı, üretilen refahın doğrudan ülkeyi sömüren bir avuç sermayedarın ve toplumu “tevekküle” mahkum eden kontrol mekanizmaları olarak şirketleşmiş tarikatların kasasına aktarıldığı, bütün bir eğitim sisteminin ve üniversitelerin de askeri kışla gibi buna göre yeniden dizayn edildiği, emekçilerin birleşmemesi için her türlü yalanla ayrımcılığın körüklendiği ve itiraz edenin tutuklandığı bir düzene karşı adalet, eşitlik ve özgürlük için insanca bir yaşamın esas alındığı demokratik bir ülkenin kazanılması biz emekçilerin en önemli mücadele aracımıza, sendika ve grev hakkımıza sahip çıkarak onu kitlesel olarak hayata geçirmek için çaba sarfetmemizden geçiyor. Demokratik bir Türkiye için grev! grev! grev! Genel grev genel direniş!
Evrensel'i Takip Et